“`html
Gülay Uğur Göksel
İstanbul, tarihi dokusuyla milyonlarca kişinin yaşam alanı haline gelmiş, çok kültürlü yapısı ve yaratıcı atmosferiyle her bir sokağında sanatsal bir dinamizm barındıran büyüleyici bir metropol. Bu metropolde, göçmen sanatçılar; önyargılarla ve sistematik engellerle mücadele ederken, sanatsal anlatımlarıyla yeni bir aidiyet hissi üretmeye çabalıyorlar. Bu çerçevede, 5-7 Aralık 2024’te İstanbul Postane’de gerçekleşecek olan Rebloom Festivali, sanat ve göç temalarının kesişiminde yer alan bireylerin hikâyelerini paylaşabilecekleri yaratıcı bir platform sunmayı hedefliyor.
GAR (Göç Araştırmaları Derneği), HUBBAN, Urban.koop ve Interalia’nın iş birliği ile organize edilen festival, dünyanın dört bir yanından İstanbul’a gelen 14 sanatçıyı bir araya getiriyor. Bir akademisyen olarak, Rebloom Festivali’nin eş koordinatörlüğünü üstlenme fırsatını buldum ve burada, birlikte yaşama ve dayanışmanın nasıl derinlemesine anlaşılabileceğine dair fikirler geliştirmeye çalıştım.
Festivale katılan göçmen sanatçılar, kendi hikâyelerini özgürce aktarma, izleyicilerle bağlantı kurma ve aidiyet duygusunu yeniden canlandırma imkanı buldular. Sanat eserlerinin yanı sıra kişisel objelerin hikâyeleriyle sergileneceği etkinlikte; konserler, canlı performanslar, film gösterimleri ve sanatçıların İstanbul’daki tecrübelerine dair yuvarlak masa sohbetleri düzenlendi.
Fotoğraf: Ahmetcan Öğüncü
Festivalin “Hayatta Kalmak ve Çiçek Açmak: İstanbul’daki Göçmen Sanatçıların Deneyimleri” başlıklı yuvarlak masa toplantısı, Türkiye, Nijerya, Pakistan, Ukrayna, Afganistan, Suriye, Filistin ve Lübnan’dan gelen sanatçılara ilham verici öykülerini aktarma fırsatı sundu. Sanatçıların umut ve hayal kırıklıkları, İstanbul’da daha kapsayıcı ve adil bir sanat ortamı oluşturmanın gerekliliğini gözler önüne serdi. Bu yazıda o toplantıda dile getirilen sorunlar ve önerilen çözümleri paylaşmak istiyorum.
Çelişkilerle Dolu Şehir: Hukuksal Engel ve Aidiyet İhtiyacı
İstanbul, göçmen sanatçılara ilham verici bir ortam sunsa da, karmaşık zorluklarla dolu bir şehir. Zengin sanatsal geçmişiyle yaratıcı enerji yaratan bu şehir, özellikle geçici koruma statüsünde bulunan bireyler için çeşitli hukuksal sorunlar barındırıyor. Bu statüdeki sanatçılar, belirli bir şehirde ikamet etmek zorunda kaldıkları için, İstanbul’un farklı kültürel deneyimlerini keşfetmelerinin yanı sıra kök salma ve kalıcı bir yaşam kurma şanslarını da kısıtlamış oluyorlar.
Bir sanatçı, bu durumu şöyle ifade etti: “İstanbul çok etkileyici, fakat bir hapishaneye benziyor.” Başka birisi, “Şehrin diğer köşelerini bile göremeden buranın bir parçası nasıl hissedebilirim ki?” diyerek kaygısını belirtti. Bu tür hareket kısıtlamaları, yaratıcılığı daraltırken, toplumla güçlü bağlantılar kurma fırsatını da olumsuz yönde etkiliyor.
Dil bariyerleri de bu izolasyonu artırabiliyor. Türkçe öğrenme imkanlarının sınırlı olması, göçmenlerin toplumsal düzeye etkin katılım sağlamalarını zorlaştırıyor. Bir sanatçı, Türkçe öğrenme konusunda yeterli destek bulamadığını ve bunun iletişim kurmasını engellediğini ifade etti. Ayrıca, sağlam bir destek ağının yokluğu ve hukuki durumların belirsizliği, bireylerin gelecekleriyle ilgili güven duygusunu sarsıyor.
Yanlış bilgi akışı bu sorunları daha da derinleştiriyor. Göçmenlerin devlet kaynaklarını kötüye kullandığına dair yanlış bir algı, toplumsal empatiyi zayıflatmakta ve bölünmelere sebep olmaktadır. Bir sanatçının sözleri, bu durumu özetler nitelikte: “İnsanlar her şeyin bize bedava sunulduğunu zannediyor. Ancak, temel ihtiyaçlarımızı karşılamak için nasıl mücadele ettiğimizi bilmiyorlar.”
Etkileşim Yok, Uyum Sağlamak Zor
Göçmenlerin sosyalleşme çabaları çoğu zaman beklenen sonuca ulaşamıyor. Bir sanatçı, hükümet destekli bir sosyal uyum kursundaki deneyimlerinden bahsederek, katılımcıların büyük bir salonda Türk gelenekleri hakkında yalnızca bir video izlediklerini, etkileşim veya diyalog imkanının sunulmadığını ifade etti. “Bize Türklerin otobüslerde yüksek sesle konuşmadığı anlatıldı fakat o ders esnasında sorularımızı dinleyecek ya da yanıt veren biri yoktu, yalnızdık” dedi.
Bu tür tek taraflı bir yaklaşım, katılımcılarda yalnızlık hissini artırmakta ve gerçek bir sosyal uyum sağlamak yerine kapsayıcılığı etkinliğini azaltmaktadır. Gerçek sosyal etkileşim, kültürlerin, öğretilecek şeyler gibi değil, karşılıklı olarak değer vererek bir araya gelinen anlamlı alanlar olmasını gerektiriyor.
Sosyal Görünmezlik ve Önyargıların Yükselişi
Göçmen sanatçılarının karşılaştığı zorluklar yalnızca hukuksal engellerle kalmıyor; sosyal görünmezlik ve derin köklü önyargılarla da yüzleşiyorlar. Yuvarlak masa toplantısında, Türkiyelilerin göçmenler hakkındaki ifadelerini sanki o an orada bulunmuyorlarmış gibi, üçüncü şahıs olarak sunması sıkça dile getirilen bir sorun oldu. Bu tür tavırlar, göçmenleri yabancı olarak algılamayı pekiştiriyor.
Bir İranlı sanatçı, İstanbul’dan Hatay’a yaptığı yolculuk boyunca karşılaştığı önyargıları örnek gösterdi. Minibüste yer bulamadığı için sıkışık durumda oturmaya zorlandığını belirtti. Yolculuk sırasında diğer yolcular, onun Türkçe konuşabildiğini bildikleri halde, “Neden ülkelerine geri dönmüyorlar?” gibi yargılayıcı ifadeler kullanarak göçmenleri eleştirmişler. Bu tür cümleler, sanatçıyı rahatsız etmiş; ancak olaya anında müdahale etmeden devam etmeyi seçmiş.
Gecikmeli olarak, İranlı olduğunu öğrendiklerinde bir yolcunun ses tonunun yumuşaması ve “Biz sizi Suriyeli sanıyorduk,” demesi, sanatçının yaşadığı endişe ve kaygıyı daha da derinleştirmişti. Bu olay, sosyal görünmezliğin altını çizen ve önyargının nasıl milliyetler üzerinden şekillendiğini gözler önüne seren bir örnek olarak paylaşıldı. Bu tür gündelik, küçük olaylar, aslında göçmenlere yönelik daha saygılı ve onurlu bir muamele beklenmesinin neden bu kadar önemli olduğunu gösteriyor.
Fotoğraf: Ahmetcan Öğüncü
Görünümün Arkasında: Psikolojik Zorluklar ve Duygusal Dayanıklılık
Sanat, duygusal ifadeyi içerirken; yerinden edilmenin verdiği psikolojik yük, bu sesleri bastırabiliyor. Toplantıda sanatçılar, gündelik yaşamlarındaki belirsizlik ve güvensizlik hissiyatını paylaştılar. Bir müzisyen, ruh halinin kaybolduğu bir dönemde şarkı yazma yeteneğini de yitirdiğini belirtti. “Artık ne hissettiğimi dahi bilmiyorum” dedi. “Kendimi güvende hissetmiyorum ama tehdit altında da değilim. Duygularımın dili yokken, nasıl şarkı yazabilirim ki?”
Başka bir görsel sanatçı, İstanbul’daki belirsiz yaşamının yaratıcılığını ve duygusal durumunu nasıl etkilediğini anlattı: “Düşük bir batık köklerin resmi oluşturmaya devam ediyorum,” dedi. “Gökyüzüne erişemeyen dallar, havada süzülüyor gibi görünen yapraklar var. Bazı resimlerim sanki hayatımı yansıtıyor – her zaman havada, yere inmeden.” Çalışmaları, birçok göçmenin yaşadığı geçici durumu ve aidiyet arayışını derinlemesine betimleyen dolaylı anlam taşıyan metaforlar olarak öne çıkıyor. Sosyal dışlanmanın şiddetlendirdiği bu duygusal kopukluk, uyarlanmış ruh sağlığı desteğinin önemini vurguluyor; bu travma katmanları giderildiği takdirde, birlikte yaşama yolunda ilerlemenin mümkün olabileceği görülüyor.
Sanatın Dönüştürücü Gücü: Kültürel Farklar Arasında Köprü Kurmak
Bu zorluklar karşısında sanat, adeta bir can simidi gibi hayat buluyor. Göçmen sanatçılar, sanatı yalnızca kendilerini ifade etmenin bir aracı değil, aynı zamanda anlayış ve empati oluşturmanın bir yolu olarak görüyorlar. İstanbul’daki Nijeryalı topluluğu, sanatçıların başarılarını kutlamak üzere düzenledikleri ödül töreni ile kayda değer bir dayanışma örneği sundu. Bu tarz taban hareketleri, aidiyet hissinin ve dayanışmanın potansiyelini gözler önüne serdi.
Fakat sanatçıların bu çabaları tek başlarına üstlenemeyeceklerini vurguladıkları önemli bir nokta vardı. Daha geniş toplum katılımına ihtiyaç duyulmakta. Sanatçılar, eserleri aracılığıyla Türk izleyicilerle etkileşim geliştirmek istediklerini ifade ederken, çoğunlukla yalnızca yabancı izleyicilerin ilgisini çektiğine dikkat çekiyorlar; bu da yeni evlerinde sanatsal seslerini duyurabilmek adına karşılaşılan zorlukları ortaya koyuyor.
Başka bir sanatçı, bu durumun genç Türk kuşaklarının kültürel kimliklerinin kaybolmasına dair bir algıyla ve Avrupa kökenli ideallerle daha çok iç içe olma isteği ile ilgili olabileceğinin altını çizdi. Bu içsel çatışmanın, Batılı kökenli olmayan kişilerin kültürel ifadelerine karşı bir direnç oluşturabileceği dikkate alınmalı.
Aidiyet Mekânları Oluşturmak: Önerileri Hayata Geçirmek
Rebloom Festivali’ndeki yuvarlak masa toplantıları, göçmen ve yerel sanatçılar arasında kapsayıcı alanlar yaratma amacı taşıyan düşüncelerin paylaşılması için bir platform sundu. Katılımcılar arasında sanatsal toplulukların bağlantılı olmasının önemi vurgulandı. Göçmen ve Türk sanatçıların iş birliği yapabileceği ve projelerini sergileyebilecekleri çevrimiçi platform önerileri dile getirildi.
Aynı zamanda, farklı kültürlerin bir araya geldiği yerel festivaller düzenlenmesi gerektiği, toplumun her kesiminden izleyici çekmek için uygun bir yol olacağı belirtildi. Dil engellerini aşacak sanat atölyeleri de faydalı bir yol olarak değerlendirildi.
Bu öneriler, İstanbul’da ve çevresinde hayata geçirilmeye başlanan uygulanabilir girişimlerden yalnızca birkaçı. Yerel yönetimler, taban hareketleri ve göçmenlerin önderlik ettiği kuruluşlar, bu tür projelerin sanatsal altyapıyı değiştirmek ve anlamlı bağlantıları artırmak için büyük potansiyele sahip olduğunun iyi örneklerini sunuyor.
Örneğin, İstanbul’un Kadıköy ilçesinde faaliyet gösteren, göçmenlerin liderlik ettiği bir sanat kolektifi bunun gözlemlenen en güzel örneklerinden biri. Suriyeli, Filistinli ve Türk sanatçılardan oluşan kolektif, kültürel alışveriş için dinamik bir alan haline geldi. Kurumsal destekleri olmayan grup, projelerini kendi kaynaklarıyla finanse ediyor ve mekânlarını küçük sergiler, şiir etkinlikleri ve müzik performansları için açıyor. Bu stüdyo, sanatçıların kimliklerini ve deneyimlerini özgürce ifade ettikleri bir sığınak işlevi görmekte; çalışmaları genellikle yerinden edilme, umut ve dayanıklılık temalarını işliyor.
Fotoğraf: Ahmetcan Öğüncü
Bunların yanı sıra, iyi örneklerden biri de yerel yönetimlerin rolü ve katkıları hakkında bilgi vermekten geçiyor. Özellikle Ankara’daki Altındağ Belediyesi ile İstanbul’daki Sultanbeyli Belediyesi, artan göçmen nüfusunu dikkate alarak, birlikte yaşam pratiğini artırmak amacıyla farklı kültürel atölyeler düzenlediklerini paylaşmışlardır. Bu atölyeler arasında, birlikte duvar boyama projeleri gibi etkinlikler de bulunmaktadır.
Tüm bu örnekler, dayanışma ağlarının büyük etkilerini göstermektedir ancak daha fazla desteğe ihtiyaç olduğu açıktır. Belediyeler, kültürel kuruluşlar ve STK’ların, finansal destek, organizasyonel yardımlar ve geniş platformlara erişim sağlayarak destek olmaları önem arzetmektedir. Tabandan gelen ve göçmenlerin girişiyle şekillenen projeler, özgünlüklerini ve topluluk odaklılıklarını korurken etkilerini artırmak için kaynak ve tanınmaya ihtiyaç duymaktadır.
Kapsayıcı sanatsal ağlar oluşturmak, yalnızca ayrımları ve bölünmeleri aşmakla değil, ortak bir gelecek oluşturmakla da doğrudan bağlantılıdır. Göçmen ve yerel sanatçıların, ister yer altında ister sokaklarda olsun, iş birliği yapabileceği alanları destekleyerek ve bu alanlara yatırım yaparak, çeşitliliği en büyük güçleri olarak selamlayan canlı bir kültürel ekosistem geliştirebiliriz.
Hayatta Kalma Mücadelesinden Çiçek Açmaya: Kapsayıcılığı Yeniden Düşünmek
Birçok göçmen sanatçı için İstanbul, yalnızca hayatta kalmaya odaklanılan bir yer olmuştur. Ancak Rebloom Festivali’nde paylaşılan hikâyeler, umut dolu bir akışın varlığına işaret ediyor. İster bir ilham anında bestelenmiş bir melodi, ister umutsuzluğa meydan okuyan bir duvar resmi, hatta çeşitli toplulukları bir araya getiren ortak bir proje olsun, sanat geleceğe giden yolda bir fırsat tanıyor.
Kapsayıcılığı sağlamak oldukça zorlu bir yolculuktur. Ayrımcılığı sürükleyen, sosyal engellerin olduğu görünmez duvarları aşmak, yanlış bilgilendirmeleri düzeltmek ve İstanbul’u ev olarak benimseyenlerin psikolojik refahını sağlamak gerekiyor. En önemlisi, birbirimizin insanlığını tanıma kararlılığını ortaklaşa sürdürmemiz gerekiyor.
Yuvarlak masa toplantısında tüm katılımcıların dile getirdiği sesler, beni derinden etkiledi. Bu sanatçılar, göz korkutucu engellere rağmen hayal kurmaya, yaratmaya ve daha önce hiç karşılaşmadıkları alanlarda köprüler inşa etmeye devam ediyorlar. Hikâyeleri, toplumlarımızı dönüştürme gücünün sadece büyük jestlerde değil, küçük ama sürekli dayanışma eylemlerinde yattığını hatırlatıyor.
“`